Yeni Zelanda Notlarım 3

Yeni Zelanda’ya yolculuk bitmek bilmiyordu.

Avustralya’ya inerken (Brisbane) hava yağmurlu. Bizim ülkenin yağmurlarına pek benzemiyor sanki kovayla boşaltıyorlar burada. Dubai havaalanı ile kıyaslarsam çok daha iyi burası. Kalitenin, estetiğin ve kuralların oturmuşluğu hemen fark ediliyor. Gelişkinler. Biraz paranoya var tabi çünkü geçen günlerde,

dünyanın başka bir yerinde, iki terörist yakalandı. Üzerlerinde iki Avustralya pasaportu çıktı. Tam da bunun üzerine, “Gate”de beklerken,  Singapur’lu bir kadın, çantasını yere koyup biraz uzaklaştı. Vitrinlere bakıyordu. Birkaç dakika geçmedi. Herkes çantadan kaçarcasına çığlıklar ile uzaklaştı. Ama yüzlerce kişi. Güvenlikler geldi, aynı anda kadında geldi herkes rahatladı

Hediyelikler çok güzel Brisbane’da. Hediyeliği buradan almak gerek ama ucuz değil.

Tasman denizinin üzerindeyiz şu an. Avustralya ile Yeni Zelanda arasındaki deniz. Haritada yakın görünüyorlar ama 6 saat sürecek Tasman denizini geçmek. Altımda, dünyanın en tehlikeli köpekbalığının yaşadığı deniz var.  En tehlikelileri bu denizde yaşıyor. Denizden dışarı, yunus gibi fırlayıp uçan avları bile yakalayan bu büyük beyazlar,  tüylerimi diken-diken ediyor. Bir yanda da yeni vatanıma yaklaştıkça içime sağlık ve mutluluk doluyor. Bu arada çocukluğumun çizgi film kahramanlarından Tazmanya Canavarı’nın yaşadığı Tazmanya adasını da görürmüyüm acaba diye pencereye yapışıyorum. Çansıma hep pencere kenarı denk geldi tüm uçuşlarda.

Yeni Zelanda göründü, sanırım başardım gelmeyi ama gerçekten dünyanın öbür ucu. Ufak bir kaç sorun hariç, plan mükemmel işliyor. Plan B ye gerek kalmadı.

Şuana kadar gördüğüm, herkes birbirine saygılı, mimik gösteriyor, sempatik tavırlar içindeler, bakalım bu inince de devam edecek mi?  Uçaklarda sunulan yiyecek içecek mükemmel ve çok farklı mutfaklar ve tatlar var.

İşte. İşte show başlıyor ben çok mutluyum. Şuan geleceğim belirsiz ama yine de mutluyum.

Pilot, “İşte New Zealand burası” der gibi Auckland üzerinde bir sağa bir sola manevra yapıyor sanırım yolculara, ülkeyi tepeden gösteriyor, insanlar ve arabalar çok iyi seçiliyor ülkede mühendislik ve işçilik iyi görünüyor. Burada toz denen şeyden eser yok.

 

Ve indik Auckland’a hava süper. Çok ilginç bir güneş var yüzüme tüm gücüyle çarpıyor fakat yakmıyor ve çok parlak. Deniz kenarı ama ev çok az, derin bir nefes alıyorum hiç bir zorluk çekmiyorum. Havaalanı daha önce internetten araştırdığım gibi. Birçok kez gelmiş gibiyim. Çokça güvenlik aramasından sonra, sırt çantamla beni, özel bir bölüme aldılar. Bir şeyler yolunda gitmiyor hissedebiliyordum. Evet Türk ve bir de Müslüman! Sanki çifte suçluyum. Ben kendimden emin tavırlarla hareket ediyorum ama kadın görevli takmış durumda. Bana biyolojik tarama bile yaptı.

Auckland’dan, Wellington’a nasıl gideceğimi ispatlayamıyorum kağıt üzerinde. Olmayan İngilizcem ile başlıyorum anlatmaya

“I see map going to bus terminal and I take ticket I am going or train terminal.”

Kadın bakıyor, “ingilizce yok, ilk kez gelmiş, karşılayan yok ve adam gidecek. Bu ne cesaret” der gibi.

Ama ben Turco. Cesaretin harman olduğu topraklardan geliyorum. Gerçekten bu Türk’e has bir şey bunu burada görüyorum çünkü hiç bir millet burada bu kadar cesur değil. “Cesareti cahillik doğurur” derler bundan mıdır bilmiyorum. Neyse adamlar bir şey bulamadan salıyorlar. Bu arada dart oklarımı silah olarak gördü bu kadın “Vipın. Vipın.” Dedi gitti içeriye, birilerine sordu, sonra muhtemelen  fırça yedi geldi ve sorun birden ortadan kalktı ne dedilerse!? Birde Cyber Cafe sahibi olduğumu duyduklarında,  işler değişiyor hep. Nedendir! Anlamıyorum.

Buralarda da geçerli bu adamlar haritaları dil bilmeyenler bile anlasın diye yapmışlar otobüsün nereden gideceğini nerede duracağını her şeyi resimler ve Şekillerle göstermişler. Otobüs şoförü de ihtiyar bir pinpon. Mikrofonla türlü sempatiklikler yapıyor. Tam bir animatör tavırlarıyla yolcular durmadan gülüyor bende gülüyorum anlamasam da. Adamda bir ses tonu var ve bir tip var güldürüyor vesselam. Bana Auckland’da güzel bir tur attırdı tüm görmek istediğim, bende fotosu olan yerlerin hepsinden geçtim. Sanki rüyadayım. Bir yıl internetten sanal olarak baktığım her şeyi şimdi canlı görüyorum. Bu harika bir duygu. Sonunda tren istasyonunu buldum ama ne istasyon! Güya küçük bir istasyon! Bizim Dolmabahçe sarayı çizgilerinde. Tarihi bina. Bir sorun var burada görevli yok! Uzunca bir süre kimse gelmedi. Neyse bileti aldım ama bilet garip! bir printer çıktısı. Yani Türk kafasıyla düşünürsem, bir fotokopi ile başka bir yolculuk daha mı yapabilirim?! J kalpazanlığa yöneltiyorlar insanı canım. Bu Türkiye’ye has düşünce sisteminden, en kısa zamanda çıkmak gerek.

Etrafta birçok çekik göz var. Sanki Çin’e geldik.

Evet burada kesinlikle bir sorun var. Tren saati geldi ama tren yok! Görevlilere bir şeyler soran insanlara yaklaşıyorum belki yabancı gelmeyen bir kaç kelime ederler de sorunun ne olduğunu anlarım diye. Görevli “train is late” diyor tamam kardeşim orasını anladık ama neden? Diyemiyorum! Öğreneceğim şu İngilizceyi ok.

Auckland tarihi tren istasyonu

Auckland’dan 20,25’te bineceğim tren, 11,40’da geldi. Demek buralarda böyle aksaklıklar olabiliyormuş. Ben daha iyi bir tren bekliyordum ama geçen aylarda yaptığım İstanbul-Ankara yolculuğunu hatırladığımda bir fark göremiyorum. Hatta bizim trenler biraz daha iyi diyebilirim. Buraya gelmeden önce internette gördüğüm bir çok manzarayı şuan bire bir görüyorum.

Auckland – Wellington arası trenden.

Dünya küçük artık. İnternet var. Tren, çiftliklerin arasından geçtikçe gördüğüm manzaralar, çiftlik evleri, doğa beni büyülüyor.

Trende kahvaltı alıcam, her şey ham’li (domuz etli) en sonunda beaf ‘li (inek eti) sandviç buldum. Kahve eşliğinde yedim. Kahve tadı değişmiyor tabi dünyanın öbür ucunda olsan da
Penceremden akan manzara, mükemmel bir doğa. Kanyonların üzerindeki köprülerden geçiyor trenimiz. Birileri bungee Jumping yapıyor altımızda. Şelaleler geçiyor. Dağ silüetleri geçiyor. Aralarda dikilmiş ince ayrıntılar çok değiştiriyor olayı. Adamlar bıkmamış milyonlarca çit dikmiş.

Tren durdu bir yokluğun içinde. Bozulmuş. Ne kadar mutluyum! Bozulduğuna. Tüm yolcular trenden indi. Etrafta yürüyüşler yapıyoruz. Birkaç saat bekleyebilirmişiz. Böyle bir doğanın içinde duraklamaktan, kimsenin şikayeti yok gördüğüm kadarıyla

Evet işte geldik. Gerçekten de Wellington rüzgarlı. İnternette yazıyor “Windy Wellington” hiç durmuyor ama caddeler çok değişik sanki bizim güney sahillerini andırdı ne alakaysa! belki bunu bana düşündüren güney sahillerinde çalıştığım dönemlerde duyduğum aksanlardır.

Burada da egzozu açık arabalar ve motorlar, yüksek volümde müzikli arabalarda caka satanlar var! Ne oluyoruz yav! Ben bunlardan kaçtım geldim buralara!

Bir sorun daha! Okulumu rastlantı sonucu hiç aramadan buldum, ama binanın girişi yok ilginç ama gerçek! Sadece “Exit” yazan bir kapı var. Bu da enteresan neden binanın dışına “Exit” yazarlar ki! Oradan da girilmiyor çünkü kapı sensörlü yaklaşınca açılanlardan. 2 saattir bekliyorum okulun tabelası var ama gelen giden yok. Yine bir şeylerin ters gittiğini hissetmeye başladım.

Gittim bir post office buldum ama telefon bizimkiler gibi değil ki, neyse çat pat ingilizce ile görevlinin aramasını sağladım ama ulaşılamıyor herhalde. Bana bir şerler söylüyor ama anlamıyorum ki. Yine binaya gidip, birinin çıkmasını veya girmesini beklemekten başka çare gelmiyor aklıma. Yorgunluktan bitmiş durumdayım. Günlerdir iyi bir uyku çekmedim.  Geliyorum binaya, evet bir kaç kişi duruyor bina önünde, 3 ü de farklı millet. Japon olan bana yakınlık gösterdi. Ama oda bulamadı ki girişi! Cep telefonunu çıkardı benim elimdeki kağıtta yazan no yu çevirdi oda otomatik mesajı dinledi ve bana bir şeyler dedi tabi ben yine anlamadım! Dur! Dur! “Sunday” Pazar değil mi?! Yoksa. Yoksa. Bugün pazar ve okul bu yüzden mi kapalı? Olabilir! Of ya yine mi bekliycem? Bitsin artık bu seyahat. Yarına kadar burada, bina önünde yatıcam artık! Ne yapayım. Manzaram da süper Wellington körfezi ayaklarımın altında. Okulum bu bina ise, derste ilgimi dağıtır.

2 saattir oturuyorum kapı önünde. 3 Harley, 1 Suzuki Lc 1500, 1 Suzuki Intruder geçti çata pata. İnip şehri mi dolaşsam! Gidip şu Cuba street ile tanışmanın zamanı geldi. Wellington’ın  İstiklal caddesi burası internetten gördüğüm kadarıyla.

Adamın biri cadde kenarında, elinde  Gibson Les Paul, sıkı bir tesisat ile konser veriyor.  Sahnelerde yok öyle tesisat. Bir gurup izleyici toplamış kendine. Deadciler, punklar, piercingler, kopmuşlar. Çekindim tiplerden ama biraz dinledim de. Sonra etrafta dolaşmaya devam ettim.

Devam edecek…

Paylaş

Hakkında Musta

Traveller (on a budget)

Bir yanıt yazın